Hollandalı gazeteci Frederike Geerdink 6 Ocak günü Diyarbakır’da polis tarafından sorgulamak üzere alıkondu ve birkaç saat sonra serbest bıraktı. Olayın haberini okumak beni Türkiye’nin 90’lı yıllarına götürdü, özellikle de Finlandiya Radyo ve Televizyon Kurumu (YLE) için Türkiye’de çalıştığım günlere.
Leena Reikko |
O zamanlar Kürt Meselesi ile ilgili haber yapmak bile başınızın belaya girmesine neden olabiliyordu; eşyalarınıza el konulabiliyordu ya da gözaltına alınabiliyorduk. Bazıları için 90’ların o karanlık günleri sonsuza kadar bitmiş gibiydi, ama ne yazık ki öyle olmadı.
Türkiye’de geçirdiğim sekiz yıldan aklıma kalan en çarpıcı anılar bir kısım Türk ve Kürt meslektaşlarımın öldürülmesi, diğerlerinin ise “terörizm propagandası yapmak” suçundan Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) tarafından yargılanması olsa gerek. Onlar yargılanırken düzenlediğimiz destek eylemlerinin de ayrı bir yeri var.
Güneydoğu’ya her gittiğimizde sivil polislerin gözü üstümüzdeydi. Yabancı basından olmak neredeyse düşman olmakla eşdeğerdi, her ne kadar kimse benim yazılarımda ne yazdığımı bilmese de.
Uluslararası uydu kanallarının ya da internetin devrinden bahsetmiyoruz, ama yine de yetkililer yabancı basının ülkeye zarar vereceği konusunda emin gibiydi. Her ne kadar yabancı basın mensupları fiziksel olarak çok ender hakarete uğrasa da, otoriteler böyle bir hamlenin kendilerine değmeyecek kadar sorun açacağını biliyorlardı.
Yalnızca bir kere Türk polisi bir eşyama el koydu, o da bir kepçeydi. 1995 yılında gerçekleştirilen “Çelik harekatı” esnasında meslektaşım Tom Kankkonen ile Kuzey Irak’a giderek yedi çobanın öldürüldüğü bir köye gitmiştik. Köylüler olaydan yakınlarda üs inşa eden Türk Ordusu’nu sorumlu tutuyordu.
Oysa ki, yalnızca birkaç gün önce Türkiye hükümeti bir açıklama yaparak operasyonun sivilleri etkilemeyeceğini açıklamıştı. Kürtlerin kontrolündeki Kuzey Irak’a 35 bin Türk askerinin girmesinden endişelenen Almanya Dışişleri Bakanı, ilk sivil kayıpların görselleri medyaya düştüğünde önceden yaptığı uyarıları yeniden dile getirmişti.
Ve o resimleri çekenler arasında Tom ve ben de vardık. Ne yazık ki, polis de fotoğraf çektiğimizi biliyordu ve Diyarbakır Havalimanı’nda fotoğrafları “sonra bize teslim etmek üzere” elimizden almışlardı. Onları bir daha görememiştik, hatta ertesi gün Diyarbakır’dan bir uçakla iki haydutmuşuz gibi gönderilmiştik.
Olayın ardından anaakım medyada çıkan “Irak’a yasadışı yollarla girdiğim ve Türkiye’nin aleyhine çalıştığıma dair” haberler üzerinden edindiğim kötü şöhret ev sahibemi bile endişelendirmişti. Elbette çıkışta pasaportumu damgalatmıştım ve Kuzey Irak’ta neler olup bittiğini dünyaya anlatmaktan başka hiçbir amacım yoktu.
Birçok kez Güneydoğu’da Türk medyası için çalışan Kürt meslektaşlarıma üzülmüştüm. Ne zaman Diyarbakır’a gitsem, bana hep yardım ederlerdi. Ofislerine yaptığım ziyaretlerde yalnızca beni sıcak bir şekilde karşılamazdı, çay ikram etmeyi ve şakalar yapmayı da eksik etmezlerdi. Onlardan ve yöre halkından bir sürü haber fikri alırdım. Ama bazıları da bana zorla gerçek olmayan hikayeler anlatırdı. Belki de o hikayeleri Ankara’dan birileri yazıyordu. Kim bilir.
Ama bilirdim ki, beni her zaman gösterilerde ya da diğer kriz anlarında koruyup kollarlardı. Yabancı ve kadın bir gazeteci olarak onların yanında her zaman kendini güvende hissederdim, her ne kadar bazı korkularımla dalga geçseler de. O zamanlar hiç de silahlara alışkın olduğum söylenemezdi ve polisin silahını göstererek beni tehdit etmesini inanılmaz korkutucu bulurdum.
“Merak etme, bir şey olmaz” deyip geçerlerdi ve buna inanmaktan başka bir seçeneğim yok gibiydi.
Elbette sosyal medyanın olmadığı zamanlardan bahsediyoruz: Cep telefonlarının hayatımızın bir parçası olmaya başlaması bile 90’ların ortasından sonraydı. O zamanlar, tek başına seyahat eden gazeteci epey bir yalnızdı diyebilirim. Yalnızca hatlı telefonların olduğu, bazı köylerde hala telefon kablolarının olmadığı zamanlardan konuşuyoruz. Şimdi okuyacağınız örnekte olduğu üzere, hem polis hem de basın bu işten epey muzdaripti.
1993 yılında PKK Hindistan’a seyahat eden iki Finlandiyalı kaçırdı. Bu iki maceraperest arabayla yol alırken Güneydoğu’daki siyasi durum hakkında hiç fikir sahibi değildi. Tek yaptıkları haritayı açıp kendilerine en uygun yolu seçmekti. Geçtikleri Elazığ - Erzincan yolundaki PKK kampları hakkında bihaberlerdi.
Finlandiya’dan bir heyet onları “kurtartmak” için yola çıktı. Tom ve ben olayı takip ederken, yine arkamızda aynı polis kuyruğu oluştu. Bir ara yazılarımızı telefonla göndermek için Diyarbakır’da bir otelde kalmamız gerekti. Aynı esnada Finlandiyalı ekip de Elazığ’a geçerek kaçırılan iki kişiyi arıyordu. Bundan birkaç saat sonra bir kontrol noktasında gözaltına alındık: Konvoya dahil olmadığımız için dağda PKK ile görüşüp kaçırılanlarla görüştüğümüz düşünülüyordu.
O geceyi bir köy jandarma istasyonunda ifade vererek geçirdik. Bizi sorgulayan asker soracağı soruları faks ile alıyordu ve bir noktada bize PKK’nın kaçırdığı Finlandiyalılardan birinin Martti Ahtipisaari olduğunu açıkladı. Her ne kadar ismi yanlış hecelenmiş olsa da, biz onun Finlandiya Devlet Başkanı ve sonradan Nobel Ödülü kazanan Martti Ahtisaari olduğunu anladık. Ve her nasılsa, bunun öyle olduğuna jandarmaları da ikna ettik.
Gönderilen taksi şoförümüz ise Nadire Mater’i arayarak tutuklandığımızdan bahsetmişti. Bütün gece boyunca telefonun çaldığını ve görevlinin birisine “burada yok” diye cevap verdiğini hatırlıyorum. O “birisi”, Nadire’ydi. O günlerde bir (yabancı) gazetecinin nerede olduğunu bilmek onların en büyük hayat güvencesiydi…
Hiçbir zaman “kaybedileceğime” inanmadım ama yine de beni birinin kolladığını bilmek çok iyi bir histi. Bugünün sosyal medyası takipçilerinizi de işverenlerinizi de sürekli haberdar ettiği için o hissettiklerimi anlatmak güç geliyor.
Sabah olduğunda Diyarbakır’a geri götürülerek komutan ile görüştürülmüştük. Görüşme derken de, güneşli bir terasta mükemmel şekilde pişirilmiş sucuklu yumurta ile kahvaltı ederken komutanın akıcı İngilizcesiyle yaşanan olumsuzluktan dolayı özür dilemesini kastediyorum.
Proje üstüne proje
Türkiye’ye taşınmamın nedenlerinden biri de ülkenin kolektif bilincinin bana verdiği ilhamdı: İnsanlar bir şeyler değiştirmek üzere beraber hareket ediyordu. Oysa İskandinavya 80’lerin sonuna doğru bireyciliğin doruklarını yaşıyordu ve insanlar terapistlere akın edip kendilerine “Bugün nasılım?” gibisinden sorular soruyordu. Türkiye’de ise insanların beraber ilerlemeye inandığını görmüştüm.
İstanbul’da geçirdiğim sekiz yıl boyunca Nadire Mater ile aynı ofiste çalıştık. Daha sonraları Ertuğrul Kürkçü ve Erol Önderoğlu da aramıza katıldı. Bir bakıma 90’ların sivil inisiyatiflerinin doğup gelişmesine de şahit olmuştum. Litrelerce kahvenin içildiği, bir sigaranın söndürülüp diğerinin yakıldığı ofisimizden “Arkadaşıma dokunma”, Cumartesi Anneleri”, ÖDP, “Gazetecilerin Meclisi” gibi birçok yeni oluşumu gözlerim faltaşı gibi açılmış bir şekilde takip ediyordum. O zamanlar projelerin art arda sıralandığı zamanlardı.
90’lar epey şiddet dolu yıllardı, özellikle de Güneydoğu’da. Hala 90’ları o girişimler ve toplumda bir şeyleri değiştirme yönündeki ortak dilekle hatırlıyorum. O zamanın aktivistleri mücadelenin önemine ve daha güzel günleri göstereceğine inanıyordu.
Türkiye’ye uzaktan baktığım bu günlerde aklıma şu soru geliyor: Şimdi nasıl acaba? (LR/BA)